25 Şubat 2013 Pazartesi

Yarım Yamalak...


Tam gülerken...
Elinde uçan balonun...
Yerler de kaygan; yeni yağmış kar, kayıyor pabuçların... Giymişsin köseleleri karın yağdığını göre göre...
Ritmi bozuk kalbinin besteleri, bu rubato düzenden ne notalar ne şaheserler yarattı...

Gözlerini kapatıp bıraktın mı kendini...
En sert beton kaldırımdasın anında...
Tek başına ayakta kalmalısın çünkü...
Tanrı istese, göbek kordonun sapan formunda olurdu ve diğer ucunda da mutlaka başka biri olurdu...

Kendi kendine enerjiyi tüketip
En baştan başlayamayacak hale getirmek,
Pervaza konan küçük kuşlar uyandırmalı aslında,
Beynimde şimşekleri çakmalı...
Hepsi sürüye dahiller ama hepsi tekler,
Herkesin kendi hayatı, hepsinin kendi doyum savaşı...

Merkezkaçı kaçırdın mı,
Kantarın topuzunu uçurdun mu,
Bir başka anahtarı denedin mi,
Ayvayı yedin!
Bunca zaman güçlenmiş bileğindeki gücü,
Tökezlediğinde dengeni sağlamak için kullanmazsan
O gücün ağırlığıyla taş kesilmiş masal kahramanı gibi sonsuza dek yokolacaksın!

Tam son lokmanı ağzına atıp keyifle çiğnediğin anda
Hayatın yüzüne attığı şamarın acısını,
Önündeki bardaktan içerek geçireceksin,
İnce ince dolmuş, döktüğün alın terinle...
Bileceksin ki,
İyileşmek dönüşlü ve işteş bir eylemdir;
İyi eden de sensindir, iyi olan da...

25 Şubat 2013

21 Şubat 2013 Perşembe

Bu sokaklar, iyileştiriyor beni…


İki gündür çıkamadım evden. Çöpler birikti kapımda. Sokaklarıma özlemim büyüdü; taneleri etrafa saçılan kırılmış nar gibiyim bugün artık… Dışarı çıkmalıyım… Daha tam iyi değilim; ilk zamana göre iyiceyim ama yine de sıkı giyindim. Can atıyorum sokağa çıkmak için! Biliyorum, sokaklar iyileştirecek beni çünkü… O dokuyu gözlerimle, ellerimle, tenimle her duyumsadığımda yenilenir ruhum; bunu iyi biliyorum…

Yavaş yavaş ama heyecanlı heyecanlı, Karaköy’de aldım soluğu; her adımda daha mutlu ve her adımda daha huzur dolu…

Galata Köprüsü'nün üstünde yürümek istedim. Gece ayrı seviyorum köprüyü, gündüz ayrı. Nazlı ama cilveli bir kadın gibi, hem halici hem de boğazı kucaklıyor şehvetle… Hep bir neşe, hep bir şarkı söylemeler, eteğini uçuştura uçuştura koşuşmalar… Seviyorum köprüyü, her zamanki haliyle…

Bir kadın geçti yanımdan şimdi, çiçekli kokusu savruldu kıvrım kıvrım, kaldırımda... Balıkçıların oltalarını gördüm, kuyruklu bir piyanonun içine bakar gibi hissettim kendimi; hepsi bir olmuş bir şeyler çalıyor gibiydiler... Boğaza doğru yaklaştıkça heyecanlandım ve birdenbire egsoz kokusuyla geri döndüm. İyi gelecekti ama köprünün tadı bana; bu sefer gelmedi pek...

16 Ocak 2013 Karaköy İskele
Karaköy İskele'ye kaçayım, dedim ama o kadar kaçacak yer kalmamış ki, o kadar motorlu araç dolmuş ki iskele, nefes alamadım! Ağa takılmış hamsi gibi geri dönüp köprü altına attım kendimi bir gayret... Öyle de tatlı yorgunum ki, dinlenmem lazım artık, gücüm kalmadı... 

Köprü altı... Ne kadar ortalık yerde ama ne kadar saklı gizli... Yeni Cami'ye karşı oturdum. Burada daha iyi duyumsanıyor deniz... Denizi koklamalıyım; beynimin en ince damarlarında hissetmeliyim denizi; görmek yetmez bana denizi, hem görmeli, hem duymalı, hem koklamalıyım…


Martılar... Seslenip gülüşüyorlar. Bir bardak da adaçayı ~ıhlamur, kalmamış.~ bir dilim limonuyla... Keskin, acı ve buruk kokusu bir parça huzur verdi, dumanını tüttüre tüttüre...

Görünmez gibi hissediyorum! Yine! Bir yere oturunca sanki kimse beni görmüyor da sadece ben onları seyrediyor gibi hissediyorum. Keyifli bir duygu; oyun oynar gibi… Çocuk gibi… :)

Tüm bunlar olurken Goran, en sevdiğim tango parçasıyla eşlik ediyor bana: Ausencia...

Sucu bir amca geçti sırtında bitkin, mavi bir kazak. Günün sonuna kadar üç beş kuruş daha satış yapmak için ite ite arabayı... Gözleri masmavi, saçları bembeyaz, cildi çatlamış ve sokaklarca yorgun, kimbilir ne anılarla, ne insanlarla...

Şuradaki masada iki kadın biri sarışın, biri kumral... Sohbetin dibini görmüşler; belli, rahatlamış, gevşemiş, tatlı gülümseyişlerinden...

Bir motor yanaştı; kimbilir kimleri koparacak buradan, birilerinden ve de kimlerin gözüne giden yolda kayıp kavuşturacak birilerini bir yerlere ya da birilerine...
10 Ocak 2013 Karaköy İskele

Martılar, buranın şövalyeleri sanki... İnsanlardan korumak istiyor gibiler, insan olmayan herşeyi... Hepsinin bir güzelliği var çünkü… Çünkü onlar olmasa insan da var olamaz ki...


Motor gitti Üsküdar'a... Ben de üşüdüm, eve gidiyorum artık... Besledim ruhumu; şimdi hazmetmek lazım tatlı tatlı... 



21 Şubat 2013


7 Şubat 2013 Perşembe

Yazmak istiyorum ben!

En sevdiğim kalem, tahta kurşun kalem; çünkü kokusu var, ruhu var. Genellikle kendine özgü kokusu olan şeylerin bir ruhu oluyor. Kendimi bildim bileli, her türlü kurşun kaleme duyarlıyım. Bazısı, arkasını dişleriyle ezer tahta kurşun kaleminin. Bense kıyamam, ucunu sivriltmek için bir kısmını feda etmeye bile kalemlerimin... Elim dardayken sırf baget -davul çalmak için kullanılan çubuklar- şeklinde diye bir çift tahta kurşun kalemi 15 TL.'ye satın almıştım geçen sene; o kadar hatırlı benim için. Belki de çocukluğumla en canlı  bağlantım, tahta kurşun kalemlerim...
"Sevilen iş olur muymuş canım?!" derler ya, bence olur! İstiyorsan eğer o işi, o iş dünyanın tek güzel işi haline gelebilir; çünkü o, senindir. Bir de gönlünde yatan iş vardır insanın, tam olarak kendi gibi hissedebileceği, lego -birbirine takılıp bütünleştirilerek bir tanesinden daha büyük parçalar elde edilen bir oyuncak- parçaları gibi birbirinizi bütünlediğiniz bir iş...
Önceki işlerim, hep farklı sektörlerdeydi. Küçükken ise en özgür hissettiğim ve en çok kendimi iyi hissettiğim şey, yazmaktı... Öyküler yazardım, şiirler yazardım ve hepsini biriktirip sonraları okur, beğenmediğim yerleri belledikten sonra yenisini yazardım.
Şimdiyse küçük karalamalarım var. Zaman zaman oynatırım kalemimi, düşüncelerimden zehirlenmeyeyim diye. İstiyorum ki, daha çok kişiye dokunabileyim...
İstiyorum ki hayatı, hayata yazayım. İstiyorum ki, dünyanın çocuk tarafını canlı tutayım; o zaman daha fazla mutlu insan olur...

30 Ocak 2013

6 Şubat 2013 Çarşamba

FARKında mısın?


Bir bireyin yapabileceği en iyi şey, fark yaratmaktır. Yaşadığı güzelliklerle, sıkıntılarla, çektiği zorluklarla, öldüğü geride bırakmışlıklarıyla, eserleriyle, hakkındalarıyla fark yaratmak...

Bazen kendimize rağmen umutlara koşmamız gerekir. Mecburuzdur, misyonumuz için. Herkes bir misyonla doğar, vücut bulur. İstemesek de o an umutlu olmamız gerekir. Sağlıklı düşünemediğimiz her an misyonumuzu parçalayıp yerle bir ederiz. O anlarda durup düşünmemiz, içimizdeki fırtınaya yön vermemiz gerekir; çünkü kendi fırtınamız, sadece bizi dinler, sadece efendisine köledir. Sıkıntılar, büyük deneyimler, büyük dirençler yaratır. Genişledikçe, evren daha çok içimize girebilir; çünkü daha da büyür ruhumuz, 3. gözümüz daha çok açılır.

Kendimize yarattığımız farkımız; farkındalığımızdır.

"Göz göre göre" değil, gözle görülmeyeni yaşamaktır önemli olan. "Onlar gibi" değil, "onlara rağmen" bir hayatı seçersek başarırız ve pişeriz. "Çoğunluğu karşımıza almak" değil, sadece "çoğunluğun dışında kalmak"tır yapılması gereken. En büyük zevki de meyvelerini toplarken çıkar. Eh, her darlık, bir koridordur ucunda avlu olan; bilirsiniz koridorlar fazla uzun olamaz, mutlaka gün ışığına dökülür koridorun daraltısı... Önemli olan koridoru geçerken tadılan sıkışmışlıkların kekremsi tadıdır damağımızda kalan.

Farkındalığımızı, sıkıntılarımız ve zorlanmalarımız besler aslında. Diyorum ya, farketmek tek yapmamız gerekendir. Hemen şu anı farkederek başlamalı...

13 Ekim 2010

Bir varmış, bir yokmuş...

Ana rahmine düştüğümüzün farkına varıldığı andan itibaren masallarla büyürüz, "bir varmış bir yokmuş..." diye... Aslında hayattaki bir var, bir yok durumlara hazırlarlar bizi, daha kendimizi bilmeden. Oysa biz, hep sonu iyi biten masallar dinleriz, hayatın içindeki hayal kırıklıklarını hiç hesaba katmadan mutlu sona doğru yaşar, dururuz...


Prensler için hep en önemlisi prensesleridir, prensesler için de prensleri... Araya prenslerin ya da prenseslerin anneleri, kardeşleri, babaları veya diğer ahali girip mutluluklarını gölgelemez ya da gölgelemeye çalışmaz.

Yabancılardan çok büyük zararlar görebileceğimizi masallarda hep dinleriz. Bize çok yakınmış gibi görünen birinden çok hayati zararlar alabileceğimizi, kimseye fazla güvenmememiz gerektiğini dinleriz. Hiç de uygulayamayız ve en çok da en yakınlarımızın hışmına uğrarız.

Masalın kahramanı, türlü zorlukların üstesinden gelir. Hep iyi kalpli biri de onun yardımına koşar, kurtarır onu zor durumlardan. O masalın kahramanı, odur aslında.

Hayatta da herşey bir var, bir yok aslında. Arkadaşlar, aileler, aşklar, zorluklar, çelişkiler, mutluluklar; bir var, bir yok. Yaşadıkça öğreniyoruz, içimizdeki çocuksu sevincin, hayata olan inancın, anların "bir var" olduğunu ve onların bize verdiği güçle, umutla "bir yok" larda ayakta kalabildiğimizi... Bazen canımız "bir yok" larda çok yanıyor ama bu ayrılmaz ikilinin diğeri bizi mutlu edecek, bunu çok iyi biliyoruz ve onu beklemeye koyuluyoruz dört gözle...


25 Haziran 2010

Birinin elinde olan neden başkalarını bu kadar ilgilendirir ki?


İnsanlar neden çaba gösterip kendileri bir şeyler edinmezler de başkalarının edindiklerine göz dikerler?

Neden güzel ya da pahalı arabası olana küfür edilir?

Neden çok maaş alana haset edilir?

Neden popüler olan tökezleyince bir derin nefes alınır?


Neden bir kadın/erkek (özellikle kadınlar) başkasının eşine göz diker ve onu elde etmeye çalışır hem de reddedilmişken bile?


Bu kadar mı ucuzladı herşey? Bu kadar adi mi artık ilişkiler? Saf insan ırkı yok mu artık?

Neden yanında biri varken -hem de belki de hayatını kendisine adamış biri varken- etraftakilere göz süzülür?

Neden hep "daha" istenir?

Hayat bayram olsa...

1 Mayıs 2010